4 Şubat 2012 Cumartesi

Sigara İçen Kadın

      Uzun siyah saçlı kadının, uzun parmaklarının arasına sıkıştırdığı, uzun sigaranın ucundaki kül, gri bir martı gibi, pike yaparak yere kondu. Kadın, Beşiktaş’ta denize yakın banklardan birinde, tek başına oturuyordu. 
      Sigarasının yanan ucu ateş turuncusuydu, kabanıyla uyum sağlıyordu. Sigarasının ateş turuncusu ucu, bu yağmurlu, mavi günde, deniz ile göğün uzakta kavuşur gibi göründüğü bu soğuk şubat gününde, kadın filtreyi emip, bedenini, ruhunu dumana teslim ettiğinde, kırmızı, dolgun dudaklarla buluşmanın heyecanıyla bir an daha da canlı parlıyordu.  Kadının sol ayağının yanına düşen kül, esen rüzgârla, kadının sağ ayağına doğru, dağılmadan, gri bir bütün olarak, yuvarlana yuvarlana ilerlemişti. Kadının kestane gözleri bunu fark edemeyecek kadar dalgındı. İskeleye, sevgilisine sokulan bir âşık edâsıyla yaklaşan vapura baktı; onu sigarasından bir nefes daha alarak karşıladı. 
      Yağmur çiselemeye başlamıştı. Güzel kadının güzel gözlerini çevreleyen uzun kirpiklerine düşen birkaç su damlası, ağır gelmiş olmalı ki, kadın bir anlığına da olsa, yumdu gözlerini, huzurla. Ateş turuncusu kabanına düşen her damla, konduğu noktanın rengini koyultuyordu.  Yağmur hızlandıkça kaban da yer değiştirmeye başlamıştı.  Rüzgar çıkmıştı. Mavi bir karanlık, duman rengi bulutlara karışarak doluyordu göğe.
       Kadının ciğerlerine duman doluyordu. Kadın kabanının sol kolunu, saate bakmak için yukarı kıvırdı. Beyaz bileğini çevreleyen ince, kahverengi deri kayışlı saati ortaya çıktı. Kadın yelkovanla akrebin dansını izledi birkaç saniye ve sol dirseğini dizine dayadı. Çenesini, bir annenin bebeğini pusete yerleştirmesi gibi yerleştirdi elinin üstüne. Sigarası sağ elinde, aralıksız çalışan bir fabrika gibi duman yaymaya devam ediyordu. Bazen küller, küçük parçalar halinde, esen rüzgarla havada salınıyorlar, bir balerin zarifliğiyle iniyorlardı yere. Kadının sigarası iyice küçülmüştü. Kadın, sigarasına baktı. Son bir nefes daha almayı düşündü, sonra vazgeçti. Sağ ayağının yanına doğru bıraktı sigarayı. Ayakkabısının burnuyla küçük bir yılanın başını ezer gibi ezdi onu. 
       Sigarası sönmüştü. 
       Gitme zamanı gelmişti.

30 Ocak 2012 Pazartesi


Şaşkın bakışlar ardına gizlemeye çalışırız üzgünlüklerimizi. Gece döktüğümüz göz yaşlarının izleri, belki silinmemiştir diye yanaklarımızdan, kahkahalarla saklamaya çalışırız o yaşların yüzümüzde açtığı yaraları, yarıkları. Özlemlerimiz yüreğimizi soğuturken, kucaklarımız, bedenimiz hiç istemediğimiz fakat ” Belki bir yararı dokunur da, unutturur onu bana” diye koynuna girdiklerimizle ısınır.
Sen onu unutmaya çalışıyorsundur ya, her şey ona benzemeye, “o” olmaya başlar bir anda. Bulutlar onun sureti olur. Annenin kokusu onunkini andırır sana. Akşamları başını koyduğun yastık, onun omzuna dönüşür.
Yelkovan ve akrep “size” dönüşür. Kimi zaman karşılaşırlar; ancak çoğu zaman birbirlerini kovalayarak, birbirlerinden kaçarak dönerler yuvalarında.
Annen çamaşırları yıkar da, hava yağmurlu diye evin içine asar ya hani, annene, babana, kardeşlerine göre ev mis gibi sabun kokar. Ama sana göre ev buram buram “o” kokar.
Bazı kitap kahramanları onu anlatır, bazılarıysa onun seni terk edip gittiği kadını. Bazı şiirlere sığınırsın geceleri, gün ışıyınca onlardan kaçarsın.
Geceleri Allah’a onu sana geri getirmesi için, içtiğin şarap eşliğinde yalvarırsın. Gün içindeyse, onu senden aldığı için ona nefret kusarsın.
Şarkılardan da kaçmaya başlarsın. Güzelim melodilerin tadına bir daha varamamaktan korkarsın; ancak yine de yaklaşamazsın yanlarına. Çünkü bilirsin, onlar ellerinde kör bir bıçakla, senin daha kabuk bile tutmamış yaralarına saldırmak için hazırda beklerler.
Saklanmak istersin. Ama kimden, neden saklandığını bilemezsin. Önemli olan tek şey onun seni görmesiyse ve o artık yoksa… Tek kişilik saklanbaç zevk vermez ki insana.
Ellerini hatırlarsın onun yokluğunda. Önceleri hep onun tutup ısıttığı, öptüğü, kokladığı ellerini. Çünkü artık o yoktur ve kendi tırnaklarınla kazımak zorundasındır bazı şeyleri şimdi. 
Artık o yoktur ve ellerin onun himayesinden kurtulmuşlardır. Ama sen yine de “Ellerim özgürleşti sonunda!” diyemiyorsundur. Acizce o tutsaklığı geri kazanmak istiyor, bu durumuna “özgürlük” sıfatını yakıştıramıyorsundur.
Ellerini daha önce nerelerde kullandığını da hatırlamaya başlamışsındır. Mesela önceleri yok olmak istediğin zamanlarda ellerinle yüzünü, ağlayan gözlerini kapatırdın, ellerin seni saklardı. Yazardın, çizerdin… Ellerin sana gerekliydi ve işte, şimdi yine onlara kavuşmuştun.
O gitmişti ya hayat, önce, bitmişti.
Sonra sen dualar edip, antlar içmiştin, o geri gelmemişti.
Sonra bir sabah uyandığında unutmuştun ya her şeyi.
İşte, bu kadar basitti.